5 Ocak 2013 Cumartesi

HUBERT NYSSEN, EDİTÖRÜN BİLGELİĞİ, L'ŒIL NEUF YAYINLARI, 2006


ÇILGINLIĞA ÖVGÜ



O günün okuma dersi için büyük annem, gençlere uyarlanmış olan Don Kişot’dan değirmenlere karşı yapılan savaşın geçtiği bölümü seçtmişti. Bu hikayenin hangi dilde yazıldığını bilip bilmediğimi sordu bana. Kararsızdım, bana cevabı fısıldadı : İspanyolca. Sorusu bir diğerini hazırlıyordu. Peki bu hikayeyi hangi dilde okumuştum demin ? Fransızca. Seni küçük cadı, dedi, yani sen İspanyolca yazılan bir hikayeyi Fransızca mı okudun ? (…)

O gün,  daha henüz adını koyamadığım ama bundan böyle benim hayatım olacak bir dünyanın kapılarını açmıştı ban.  Herşey muzip bir soruyla başlamıştı : kitap, okuma, metin ve çevirisi. Herşey içindeydi : keşif, macera, yazı ve kabiliyet (…)

Iki defa editör olmayı denedim  ve üçüncüsünde bunu başardım.

Ilk denemem üniversite çağlarımdan.  Benim jenerasyonumdakiler  ergenlikten ve işgalden çıkıyordu, savaş önce Hiroşima’dan sonar da Nagasaki’den gelen korkunç  alevlerden sonra sona ermişti.  Brüksel Üniversitesi de kapılarını yeniden açmıştı.  Öğrendiğimiz kanunsuzluklar ve şiddetten çıkmıştık, içine atıldığımız korkunç dünyayı sadece yazının düzeltebileceğini düşünerek, küçük bir yayınevi açmak için bir grup oluşturduk. Aynı zamanda bilgeliklerinden faydalanmak için Paris’ten gelmeyi Kabul eden ve yol üzerinde olan birkaç yazarı davet ettik.

Yayınevinde sadece bir kitap basıldı- savaş ve aşk şiirlerinden oluşan bir seçki- ama projemiz kısa sürdü. Nedeni: deneyimsizlik, finans edememe, okuyuculardan ve yardımlardan gelen darbeler….

Birkaç yıl sonra, ikinci editörlük denemem, biraz kapital biraz da köylü olan ve yakında terkedeceğim o şehirde açtığım küçük bir tiyatroyla gerçekleşti.  Oynanılan oyunların çoğu için aklımda, perdeler indiği zaman akıllarında çok fazla birşey kalmadığı fikriyle, onları yayınlamak vardı. Tiyatroda Güney Eylemleri  kataloğunu  açtığım zaman önemini koruyor olacak. Fikir aldığım ama düşüncelerini uygulamadığım danışmanlara göre bu bir çılgınlık manifestosuydu (…)

Bu tiyatroda oynadığımız oyunlar biraz sükse yaptı, basımları ise çok az. Bir kez daha editörlük denememden biraz kalbim kırık, hüsranla ayrıldım (...)
Bu tecrübe sayesinde, genelde gözardı ettiğimiz birşeyi anlamaya başladım;  yayınladığımız yazarlar sadece metinlerine indirgenemez, hangi alanlara uzandığını öğrenmek için habitus’unu özenle ve çok dikkaatli bir şekilde  incelemek gereklidir (…)

Nasıl editör olunur? Bir hanedanın mirascısı ya da başına buyruk bir edebiyatçı olunabilir, saygın bir dünyaya girilmek istenilebilinir, rastlantı eseri ya da hatayla orda bulunulabilir. Ama kaza eseri de editör olunabilir (…)


KEŞFETME SANATI




Edebiyat editorü kendini  bazen kaşif gibi hisseder ama her zaman bu misyonu üstlenir (..)
Suphesiz herzamanki prosedürleri altüst edip yanlış kullanması ve onu her zaman takip eden bilgeliği ona alışkanlıklara ve kurallara bağlı şikayetleri aşılmasında özel bir enerji verir.  Bu sayede editörlük keşfi sembolik boyutlara ulaşır. Onun sayesinde Montaigne’i açıklama cesareti bulabiliyoruz (…)

23 Temmuz 1990 yılında, Andre Markowicz ile bir kaza nedeniyle geç kalan metroyu bekliyorduk Passy istasyonunda. Kravtchenko Davası’nın çevirisi hakkında birkaç noktayı düzeltmek için Nina Berberova’yı ziyaret etmiştik, o yüzden Paris’te kalıyorduk. Birden Markowicz Toulouse-Lautrec tuvallerindeki gibi nezaket ve muzip bir şekilde bana meydan okudu. Bana Dostoievski’nin bütün eserlerinin son çevirilerinin editörlüğünü yapmaya hazır olup olmadığımı sordu? Onun birçok harika çevirisini ve eserlerinin çokluğunu düşünerek “Son çeviri mi?” diye kendi kendime tekrarladım. Markowicz bana o anı yaşamıyormuşuz gibi, sabırla, Dostoievski’nin düz yazılarında olan ama çevirilerinde olmayan akıcılığını, vurgusunu, tasvirlerini ve melodisini anlattı. Bu çeviriler, özellikle Fransız gösterişinden hoşlanmayan Dostoievski için çekilmez bir nezaketi anlatıyordu. Markowicz aklımda kalan çevirilere isyan eder gibi “sadakatsiz güzeller” diyordu. Célines’i okuduktan sonra Dostoievski’nin Chateaubriand’un diline çevrilemeyeceğini de vurguladı. (...)



YANLIŞ TANIMLANMIŞ BİR NESNE: KİTAP




30 Haziran 1971 yılında yazılmış bir mektupta Albert Cohen, espirili bir ruh haline sahipken ölümündeki ve gömülüşündeki özensizlik konusunda beni tanık göstermişti. “Beni, giyinmiş olarak, sahip olduğum son şeye, beyaz ipek kumaşla kaplayarak meşe tabutun içine, zorla ve huysuz bir halde homurdanırken yatıracaklar.” diye tekrarlardı. “Biliyorum ki o beceriksizler beni doğru düzgün giydiremeyecekler, takım elbisemle sıcaktan bunalıp boğulacağım; fakat ben daha gösterişli ve rahat olan gri takımımı giymeyi tercih ederdim ama onlar beni kendi istedikleri gibi giydirecekler ve kravatımı da doğru bağlamayacaklar, zaten bu tür törenlerde ölülere hep böyle davranırlar.” Birkaç hafta sonra Albert Cohen’i Cenevre’de yeniden gördüğüm zaman, mektubunda eserleriyle ilgili yaptığı basit bir iğnelemeyi ona söyledim. O da bana ya haksız olduğumu ya da çok doğru bildiğimi gösteren bir gülümsemeyle baktı. Yine de, mektuptaki başkaldırış beni kitaba bağlıyordu ve heyecanlandırıyordu. “O beceriksizler beni istediğim gibi giydiremeyecekler bile.” Kitap bunu hak ediyor mu? (...)

“Editörün sağduyusu” denildiği zaman ben hala “delilik” derim ama “fikir ayrılığı” ya da “başkaldırış” da diyebilirim çünkü özgür  bir toplumda  ancak bu şekilde yazma ve okuma arasındaki temel noktalar varolma sebebi ortaya çıkmaktadır. Bunları anlamak için; editörün asıl görevinin yazarı da dikkate alarak onun ne yazmış ne yazmamış olacağını anlaması için belli bir süre tecrübe kazanması gerekiyordu. (...)